Hak devleti de tıpkı dil gibi, yaşayan ve değişen bir şey. Dil gibi, yaşatılması gereken bir şey. İşlenmeyip işlemediğinde, anlamların dünyası fakirleşip, erozyona uğrayabilir ve hatta kullanım biçimleri, yani insanların zeka ve davranışlarıyla ilişkisi değişebilir ya da entelektüel zenginlik henüz yeterince eşitlik içinde dağılmadıysa toplumun belli bir kısmında bir sözünüz başkalarının yakalayamadığı bir anlam dünyasının aynasında ancak hakaret ya da vatan hainliği ya da suç olarak görünebilir.
*
Bunu çözmenin yolu, isyan ya da öfke değildir. Hindistan'da üst kastlardan birinin "varlığı" alt kastlardan birinin "varlığına" teolojik bir kural dışılık, ontolojik bir hakaret olarak gelmiyor ve hatta en alt kasttan biri bir başkan ya da başbakan olabiliyor ülkeyi yönetebiliyorsa, demek ki dünya bu gibi sorunları öfke ve nefrete başvurmadan çözmek için yeterlidir.
Sevgi Soysal 12 Mart'tan sonra yazmaya devam ediyorsa, hapishanede Behice Boran’a Almanca öğretiyorsa ve ondan seneler sonra insanlar onun dönemiyle ilişkisini, bugünkü anlamını sorguluyorsa demek ki birey de vardır, toplumsallık da, umut da.
*
Tavır alışlarımız (sivil siyasetin temelini oluşturan) ile dil ilişkisi bazen yozlaşma ya da düzensizliğin göstereni olur örneğin böyle zamanlarda: “devlet bir şey yapsın” sözünü pragmatik incelersek, ne kadar birikim, tecrübe sahibi olursa olsun kişi kendi sorumluluğunun sorumluluğunu bir nevi zorla bir başka merciiye devretmeye çabalamış olur. Bu aslında çaresizliğin ve umutsuzluğun bir semptomudur, ancak patolojik hal de alabilir.
Ne olursa olsun, oysa, varacağımız hakikat: kişisel sorumluluk ve duyarlılıklarımızın sorumluluğu toplumsallığın elindedir çünkü değiştirmek ve zenginleştirmek istediğimiz de yine o'dur. Bunu kendimizi kusursuz kılmak, ülkemizi kusursuz kılmak, başka ülkelere karşı üstün kılmak için yapmayız: çağdaşı olunan toplumda yaşamanın gerekleri olduğu için yaparız.
*
Devlet örgütü her ne kadar bir bölümünde vekalet düzeniyle çalışsa da tamamı böyle değildir. Kişinin sorumluluk algısını devletle özdeşleştirmesi elbette kötü bir şey değildir, çünkü devlet düşüncesi -Türkiye'de yeterince sağlanamamış olsa da- hukuku çağrıştıracaktır. Devlet örgütünün toplumla olan sözleşmesinin amacı budur. Bu böyle midir ayrı bir konudur, bunun böyle olması gerekir ve tavır alışlarımızda belki de en çok dikkat etmemiz ve talep etmemiz gereken de yine budur.
Bu güvenli bir zemin midir? Hayır değildir. 1930'ların Almanya'sında da demokrasi NASDAP'ın ülkeyi yönetmesine hakkı olduğunu, ülkede iç düşmanlar olduğu ve onlara buna göre bir muamele yapılması gerektiğinin haklı bir düşünce olduğunu, onlara yapılanların haklı nedenleri olduğunu ve haliyle devletin haklar prensibinde istikrarlı, güvenlir bir demokrasiye sahip olduğunu düşünüyorlardı.
Böyle zamanlarda topluma ayna tutma yeteneğine ancak tarih ya da bir diğer deyişle hafıza, tecrübeler sahip olabilir. Diktatörler ya da fikir önderleri topluma ayna tutma rolünü kapmaya elbette çalışacaktır, ancak tarih bilinci, hafızası ve tecrübeleri olan bir toplum, o aynalardaki illüzyonü hemen fark edip bunların güvenilirlik ve samimiyetini sorgulayacaktır.
*
Siyasetin katmanlarının sadece dil üzerinde yoğunlaştığı, kişinin ahlaki olarak kendini kusursuz kıldığı fikirler üreterek kendini var ettiği bir entelektüel zemindeyiz bir kaç senedir. İnternet üzerinden yazı temelinde toplumsal ilişkiler, paylaşım sayfaları elbette önemlidir ancak Habermas’ın ülkesinde de yaşamıyoruz.
***
Türkiye'de sivil siyasetin uçmadan kaçmadan yürüyebileceği üç yol vardır,
Hak devletli, demokrasi ve kadın hakları... Bunların zemini boş değildir ama ilgi ister, bakım ister.
Şehir konusunda bir şey yapabilir misiniz?
İstanbul için konuşalım, Ayasofya ve Topkapının, Özbek camii ve Kız kulesinin, Konstantin surları ve Balıkpazarı'nın, St. Antoine ve Chiesa di Paolo e Pietro ve Kırım Anglikan Kilisesinin ve içinde Şii mescidi barındıran Büyükvalide Han'ın şehrinde bu önce bahsettiğim konularda dürüstçe, özveriyle bir şeyler ortaya koymadan, hemen bir şey yapamazsınız.
Konstantiniye'de ya da İstanbul'da, sadece mimarlık okuduğunuz için, tatlı hayatı inşa edemezsiniz.
Eğer isterseniz, suluboya ya da her neyle isterseniz, ideal şehri boyayabilir çizebilirsiniz: ama şehrin hukuk, demokrasi ve kadın hakları gibi sorunlarını o resmin dışında bırakıyor ya da o resime taşıyamıyorsanız zaten mimarlık ve şehri de pek anlamamışsınızdır.
*
ÖSS puanıyla mimarlık eğitimi almaya hak kazandıysanız, en azından hak toplumunun ve hak devletinin hatrına, bunu da biraz sorgulamalısınız.
*
İran'ın nükleer silaha sahip olmasına ben de karşıyım, bunun için belli kaidelere uyması gerekir, İran bunu yapabilir. Nükleer silahlar siyaset biliminin deyişiyle “de-escalation" denen korkunç, katastrofik bir etkiden başka bir işe yaramıyor.
Peki ÖSS puanıyla hukukçu olmak, mimar olmak, gazeteci olmak İran'ın nükleer silaha sahip olmasından farklı mıdır?
No comments:
Post a Comment