Sunday, 28 January 2018

"Barbar ve Modern" - Türkiye'de demokrasi, toplum ve insanlar üzerine düşünceler - Ocak 2018

Bir toplumda insanlar hem barbar hem modern olabilir mi? Bu oksimoron bir tanım mı, anlamsız bir ifade mi?

İnsan - Toplum ilişkisini, "toplumsallık" kavramının pek tartışılmadığı ve aslında kitlelerin yaşattığı dilde de "anlamsız" bırakıldığı bir ülkede Türkiye'de insan-toplum ilişkisindeki anormallikleri daha iyi ifade etmek gerekir.

Modernin çağdaşlıkla karıştırılması aslında belki sorunun cevabı. Bununla beraber modernin de toplumsallığın da bir anlamının olmadığını varsaymamız yanlış olmaz bunun üzerine düşünürken.

Toplumsallığın anlamının daha çok etik felsefesine sığdırılmaya çalışılan "kurallar" üreterek doldurulmaya çalışıldığı bir ülke burası. Bu nedenle bireyin toplumsallığı incelerken gördüğü: kuralların renksiz, tatsız çirkin bir "mimarisinden" ibaret.

Kurallarla "renk bulmuş" bir toplumda birey: düşünce, duygu ve içgüdülerinin sağlıklı ve anlamlı bir yol bulabileceği aidiyeti bulamaması, bulsa bile bu aidiyetin üretkenliği ve insan olmanın bilincini sadece örseleyen bir tutumu sürekli tekrarlaması, barbarlığın er ya da geç meşru ve normal olarak algılanması sonucunu ortaya çıkaracaktır.

Kitlelerın demokratik olmayan ve hukukun gereklerinin üstün kılınmadığı bir toplumda çıkacağı düzlem burasıdır.

*

Demokrasi ve hukuk ilişkisini incelerken fazla yabancılaşmamak için kendimce demokrasinin korunup, işlediği bir toplumda kadın-erkek ilişkileri nasıl olurdu diye bazen düşünüyorum. Örneğin bir etnisitenin çoğunluğu oluşturduğu bir köydeki bir genç kız beraber yaşamak isteyeceği eşi seçerken kendi gibi etnisitenin etkin olduğu bir yaşam biçiminde ortaklık bulacağı birini seçmektense; mesela etnisite temelli siyasi hareket ve partilerin kimi demokratik cumhuriyetlerde siyasi evrimini demokrasi, insan hakları ve özgürlükler temeline dönüştürmesi gibi, acaba bir köylü kızı bir büyükşehirde örneğin 2000'lerin başında İstanbul'unda aldığı eğitimle ve o günün İstanbul'unda tanıdığı farklı toplumlardan, mesleklerden, deneyimlerden insanlarla tanışıp elde ettiği sonra ortaklık bulmak istediği eşi daha farklı mı olurdu? Üstelik, belki bir ifadeyle eziklik de yaşasa, alışmakta zorlansa da: sadece böyle bir topluma ait olma hevesi nasıl şekillendirirdi beraber yolu paylaşacağı eşini seçerken neleri önemli kılacağını...

Ben böyle insanlar tanımıştım, hatta bulduğu bir bursla Avrupa'yı da görmüş olanlarını, yine de aile bağlarından kopmamış ne diyeyim çok hoş insanlar olmuş insanları...

Şehirler değişiyor, İstanbul, çocukken beni kendine aşık edip büyüdüğümde yaşamak istediğim İstanbul değil. Lise yıllarında İstanbul'un eski insanlarını, kirası müthiş ucuz terkedilmiş kagir evlerdeki esnaflarını, bulur mutlu olurdum eski İstanbul diye. İşi emek ve değerler olan insanlar ancak lüks diye abuk sabuk birşeylerin meraklılarının rağbet etmediği (ya da Narmanlı Han'da görüldüğü gibi içine etmediği) yerlere tutunabildikleri kadar tutunabildiler İstanbul'da.

*

Demokrasi aslında militarizmin bitirilmesi değildir. Demokrasi aslında yolsuzlukların da bitirilmesi değildir. Demokrasi fuhuş ya da bilmem hangi mesleğin azaltılması da değildir. Hatta bağımsız yargı da bunlar demek değildir. 

Demokrasi insan ve toplumun, insani düşünsel yolunda evrimi için elverişli zeminin yaratılabilmesidir bir görüşe göre. Bu elverişli zemin oldukça geniş bir tanım da olabilir: bunun için çoğulcu bir tartışmayı da gerektirir. Eğer şartlar çok fazla fırtınalıysa yargı ile hukuk güvencesi altına alınır. Hukukun üstünlüğü adalet heykelinin elindeki kılıçtan ibaret değildir: hukuk düzeninin üstünlüğü gerektiğinde bir toplumun sorunlarını adalet terazisinin bilgeliğine bırakabilme olgunluğudur. Bunun figürleri sadece yargıç ve savcı değil, toplumun seçkinleri (elitleri) dir: yani meslek erbaplarıdır, uzman kişileridir. Yargının güven verdiği toplumda seçkinleri de demokrasinin korunması ve işlemesi için elinden geleni yapacaklardır.

*

İnsanların siyasi düzende neden demokrasiye ihtiyacı olduğunun cevabı modernizmdir. Demokrasi modern çağda bir toplum için temel hak ve özgürlüklerin korunması ve güvenliğinde önemli olan başat olgudur. Aksi halde bir başka oksimoron tanım olan "içekapalı toplum" olacaktır kitleler.

İçekapalı bir grup insan toplum değildir, çünkü toplumsal özellikleri olamaz, toplumsallığın unsuru olamazlar: içe kapalı topluluklar demokratik unsurları içten pazarlık malzemesi haline getirebilirler, çünkü onlar için demokrasinin unsurları kabul etmedikleri bir toplumsallığın zorunluluğudur ve müzakereye tabiidir. O müzakerenin kriterleri de ırk, din, dil gibi abuk sabuk şeylerdir.

Anayasa desek de aslında bu basitçe temel hak ve özgürlüklerin temsilidir, bunun toplum açısından işlevini sağlayan demokrasi yani insan haklarıdır. Temel hak ve özgürlükler genel bir çerçeve iken, kendimce güzel bir ülke demek isterim, güzel bir ülkenin peyzajını ve figürlerini, renklerini, çizgilerini dolduracak olan demokrasidir. Demokrasi süreci yargı yoluyla da kimi hakların hukuki güvence altına alınmasıyla da yürütülebilir, bazen gereklidir. 

İnsan hakları bireyin bitmez tükenmez talepleri anlamına gelmez. Farklı insanlar ve topluluklar ile temel hak ve özgürlüklerin prensiplerinin karşılıklı kimi zaman sabır gerektiren ilişkisi sonucunda toplum bir aradalığını ve böylece demokratik düzenini koruyup: toplumsallığın toplumla en iyi biçimde ilişkisinin sağlandığı bir siyasi düzene kavuşmuş olur. Temel hak ve özgürlükler böylece insan hakları eksenine yerleştirilmiş olur. Kişi vatanında her ne farklılığın içinde olursa olsun bu farklılıkların insan olmanın sonucu olmasının verdiği güvenle ve insan olmanın bu özgürlüğü kapsadığı güveniyle vatandaşlık kimliğine sahip olmuş olur.

Öte yandan bu "toplumsal adım" kimi görüşe göre insanın etnik ya da herhangi köken aidiyetinden uzaklaşması olduğu eleştirisi yapıldığı olur. Ancak modern toplumlarda özverili bir çaba ile birey olma bilincinin bu değerlerin korunması için çabaladığı da görülür. Kurallarla belirlenmiş bir topluluğun zorunluluk bilinciyle sadece uygulamaya alıştırılmasındansa, çok daha yaratıcı ve toplumsallığı besleyen bir anlamı vardır bunun. Başlıca Birleşik Krallık bu açıdan incelenebilir.

Birey olma bilinci ile olur, evet, özveri ile olur. Aksi durumda Türkiye'de görüldüğü gibi hep bir tür kültür, etnisite vs.'nin ayrıksılığı arkasında söz gelimi bir bireyselliğin var olduğu iddia edilip, kurulur. Böyle yetişen kitleler ne insan haklarına ne toplumsallığa saygı duyar ve önemser. 

Devlet örgütünün toplumla ilişkisinde denge rolünü üstlenen yargıdır. AB üyeliğini bağımsızlığa aykırı bulanların bunu düşünmelerinde yarar vardır. Çünkü kitlelerin toplum olma yolundaki deneyim ve kararları her seferinde mükemmel bir demokrasi ve yönetimin tesisi anlamına gelmez: kaldı ki bugünkü demokrasilerde çoğunluğu oluşturanlar içe kapalı tutumlarıyla bu serüveni pek fazla örseleyebilmektedirler ve daha önemlisi "geri kalanları", "azınlıkları" siyasi iradeleriyle toplumsallıktan dışlayabilmektedirler. 

Burada dengeyi kuracak olan da Yargıdır. Kitle partileri toplumun tamamına karşılık bir siyasetleri olmadığı gibi yargının sadece siyasi iradeyi belirleyen çoğunluğun talep ve düşüncelerine göre işlemesi gerektiği gibi bencil bir saplantıya kapılabilirler ve içe kapanıklıklarıyla temel hak ve özgürlükleri ve insan haklarını koruyan düzeni de erozyona uğratırlar. Diğer siyasi partileri hak ve özgürlüklerinin korunması için kendileriyle işbirliği yapmaya, kimi feragatlere zorlayabilirler.

Dikkat edilmesi gereken: kitleler mobilizasyon gücünden başka birşeye sahip değildir, başka birşey de vadetmezler. Bu Nomad bir yaşam biçiminin demokrasi yorumundan başka birşey değildir. Nomad düzende kurumlar yerleşik hayattakinden farklıdır. Kimi görüşe göre modern toplum bu ikisinin bir arada tutulmasıdır ancak bu da ayrı bir konu.

Modern toplumda bireyler toplumsallıklarında basit ve verimli değerlerin etrafında birleşir: etnik, özel değerlerler gibi "ayrıksı" taleplerini kurumlar "vasıtası" ile yerine getirirler. Türkiye'de anlaşılamayan budur: toplumsallık için gerekli değerler ilkel kültler için takıntılı biçimde kullanılmaktadır. Başlıca kültür merkezi ya da enstitü kurarlar, (bilmemnereliler derneği ya da lokali değil), mesela. O köydeki kız belki başlıca bir üniversitede bir kaybolmakta olan dilin kürsüsünü kurar, üstelik eşi ya da hayatındaki arkadaşı belki Ibıhça dili uzmanıdır)

İlkel içgüdüler ve pre-modern yaşam biçimleri aşağılanacak şeyler değildir: insan hep bunlarla yaşar, düzenini bunun üzerinden kurar: ancak yeni bir düşünme biçimini elde etmiştir artık modern insan, bunları yorumlamayı öğrenmiştir, homo sapiens bir sapiens daha elde etmiştir: bu sapiens ise kültür, din, etnisite ile siyasi irade elde etmek, ya da bunları çekilmiş duvarlarla korumak için kullanılırsa, demokrasi modern toplumda insan hakları için işlemez, hukuk düzeninin üstünlüğüne katkı sağlamaz, insan haklarının yerine kültür, din, etnisite hakları geçer. Demokrasi, modernizmin mağduru olur, kitleleri muhafazakarlığın yüceltilmesi fikrine ikna eder.

Böyle bir toplumda kimse modern değildir, herkes barbar olmak zorunda bırakılmıştır. Barbarlık yabancı birşey değil, bir düzeni gerektirmeyen kült ve içgüdülerle düzenlenmiş yaşam biçimidir. Demokrasi Avrupa aynasından söylenecek "demokrasisiniz" cevabı ile de kurulmaz. Ama temel hak ve özgürlükleri ve insan haklarını koruyabilen bir yargı: bir rejimin demokrasiye uygun bir akli melekeye sahip olduğunu gösterebilir. Bunun yanısıra Avrupa Konseyi ve kurumları burada dikkat edilmesi gerekenleri söyleyebilir. Buradan sonrası kimi zaman yargının yardımıyla ama çoğu zaman da mümkünse başka kurumlarla bu akli meleke demokrasi için çalışmaya devam ettirilebilir.

No comments:

Post a Comment

" In his 2007 book on Jim Jarmusch, author Juan Antonio Suarez remarks that the director’s films “are centrally concerned with situatio...